ref: refs/heads/v3.0
enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,1564
EURO
37,7998
ALTIN
2.920,50
BIST
8.898,23
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
27°C
İstanbul
27°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
29°C
Cumartesi Az Bulutlu
27°C
Pazar Yağmurlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

İstanbul Sözleşmesi Neden Feshedilmeli?

İstanbul Sözleşmesi Neden Feshedilmeli?
10.05.2020 06:16
A+
A-

İstanbul Sözleşmesi Neden Feshedilmeli?

"İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ HUKUKİ ve TOPLUMSAL BOYUTUYLA İNCELEME" 

EMİNE NUR ÇAKIR / Haksöz Dergisi 

                Toplum ve aile yapısında tahribata neden olacak maddeler içermekte olan ve son günlerde çokça tartışılan İstanbul Sözleşmesi uluslararası bir sözleşmedir. 2018’de Almanya’nın onayıyla birlikte toplam 34 taraf devlet sözleşmeyi onaylamış bulunmaktadır.[1]Sözleşmenin temel amacı, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ise de “aile içi/ev içi”, “eş veya partner”, “cinsel yönelim” gibi ifadelerin kullanımı ile sözleşme LGBTİ bireylerinin hakları için de hukuk zemininde taraf devletler için uluslararası bir güvence teşkil etmektedir. Türk hukuk sisteminde (Aile Hukuku / Medeni Hukuk) kabul görmeyen eşcinsellik, uluslararası sözleşmenin bağlayıcı olması nedeni ile iç hukuku etkiyecektir. Özgürlük adı altında dayatılan ve toplumun dinî, örfi ve ahlaki kuralları, teamülleri ile uyuşmayan söz konusu hakların; aile yapısının çözülmesinde ve LGBTİ’nin meşruiyet kazanmasında rol oynayacağı aşikardır. Bu yazıda İstanbul Sözleşmesi’ni hukuki bir perspektifle ele almaya çalışarak, toplumsal etkilerini ifade etmeye çalışacağız.

İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya sunulmuştur. Sözleşmeyi ilk imzalayan ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin hiçbir ihtiraz-ı kayıt (çekince) koymaksızın imzaladığı bu sözleşme 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir.

                İstanbul Sözleşmesi; Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve BunlarlaMücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi adı altında yayınlanmıştır. Sözleşmenin temel amacı; kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesidir. Ancak sözleşmede hukuki güvence sağlamaya yönelik, “cinsel yönelim”, “partnerlik” gibi Türk hukuk sistemi ve örf adet teamülleri ile imtizaç etmeyen tanımlamalara yer verilmiştir. İstanbul Sözleşmesi gerek Türk hukuk sistemi, Medeni Kanun, Aile Kanunu gibi kanunlarla gerekse toplumun kabul ettiği dinî ve örfi değerleriyle örtüşmeyen; "toplumsal cinsiyet eşitliği" perspektifi ile kurgulanan bir kadın modeli/kavramı üzerine inşa edilmiştir. Sözleşme bütüncül olarak bu felsefeye dayalı bir metodoloji ile kaleme alınmıştır.

                Sözleşmede taraf devletlerin dinî, örfi, toplumsal kabullerine ve hukuki uygulamalarına set çekilerek, küresel bir kadın tanımı yapılmak istenmektedir. Taraf devletler ise bu tanımlamaya sözleşme hükümleri ile bağımlı kılınmaktadır. Bu bağlamda her ne kadar kanun metni Türkçeye tercüme edilirken, mevcut hukuki sistem ve toplumsal-dinî kabuller gözetilerek sözleşme metninin tercümesi yapıldı ise de kanunun ruhu, metnin özü dolayısıyla sözleşme bağlamında hukuki açmazlar mevcuttur.

                İstanbul Sözleşmesi'nin orijinal metni İngilizce ve Fransızca olmak üzere iki dilde kaleme alınmıştır. Metnin Türkçeye tercümesi yapılırken çevrisi yapılan kavramların Türk hukuk sistemine intibak etmesi için uğraşılmış olsa dahi, Türkiye'nin taraf olduğu 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi (VAHS)'nin 33. maddesi[2]gereğince uluslararası antlaşmaların uygulanmasında tercümeler değil, orijinal metinler bağlayıcıdır. Yine Türk Medeni Kanunu’nun 1. maddesine gore, “Kanun sözüyle ve özüyledeğindiği bütün konularda uygulanır.” Anayasa madde 90'a göre ise uluslararası sözleşmelerin kanun hükmünde olduğu ve kanunla uluslararası bir sözleşme maddesinin çatışması/uyuşmazlık oluşturması durumunda, uluslararası sözleşmenin esas alınacağı güvence altına alınarak, uluslararası sözleşmeler iç hukuk metinlerinden üstün tutulmuştur. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi'nin Türk hukuk sistemine uyarlanması esnasında, uyuşmazlık çıkan tüm haller için tercüme edilen metin yerine, orijinal metnin esas kabul edileceği nihai durumdur. Sözleşme metinlerinin iç hukuk sistemine uyum sağlayacak bir terminoloji üzerinden tercüme edilmesi uygulamadaki durumu değiştirmeyecektir.

Bu bağlamda tercüme noktasındaki sıkıntılardan bahsetmek gerekmektedir:

Hem sözleşme metninde (md.3 vb.) hem sözleşmenin başlığında yer alan "aile içi şiddet" ifadesi, orijinal metinde "ev içi şiddet" (Convention on preventing and combating violence against women and "domestic violence") olarak yer almaktadır. Türk Medeni Kanunu aile müessesini korumakta ve bu kuruma önem atfetmektedir. Evlilik birliğinin kurulması ile kadın ve erkeğin birbirlerine ve üçüncü kişilere karşı birtakım hak ve yükümlülükleri kendiliğinden doğmaktadır. Dolayısıyla evlilik birliği hukuki olarak koruma altına alınmış bir yapıdır. Karı kocaya evlilikten doğan ilişkilerinde hukuki güvence sağlanmasının temel nedeni toplumun temel taşının aile olmasına ve ailenin korunmaya değer bir yapı olarak kabul edilmesine dayanmaktadır. Bu durumda “aile içi” şiddet kavramının yerine, “ev içi” şiddet ifadesinin konulması bütün tanımları altüst edecektir ve aile kurumunun hukuken ayrıcalıklı olan statüsü ortadan kalkacaktır. Sözleşmede “ev içi” olarak ifade edilen şiddetin her türlüsü TCK kapsamında haksız fiil niteliğinde bizatihi suç arz etmektedir. Şiddet uygulamak TCK ve CMK kapsamında şahıslar kim olursa olsun yasaya aykırıdır ve kanunilik ilkesine göre tanımlamaları yapılmıştır:

“Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi

TCK MADDE 3:

(1) Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.

(2) Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, CİNSİYET, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınamaz.”

TCK’nın 3. maddesinde, kişilerin cinsiyeti fark etmeksizin aralarında herhangi bir ayrım yapılmadan eşit şekilde cezalandırılacakları hükmü açıktır.[3] İstanbul Sözleşmesi ile bir yandan kadına yönelik koruma kalkanı oluşturulmaya çalışıldıysa da diğer yandan TCK md.3 ve benzeri maddelerle sağlanmaya çalışılan “yargılamada eşitlik ilkesinin” işlevselliği, sözleşmede yer alan birtakım ifadeler sebebiyle ortadan kalkmaktadır. “Aile içi şiddet” ifadesi evlilik birliği içerisindeki eşlere ve çocuklara yönelik koruma sağlarken; “ev içi şiddet” ifadesi daha geniş yorumlanarak TMK’nın kapsamını belirsiz bir şekilde genişletecek ve kavramı muğlaklaştıracaktır. Korunmasında toplumsal yarar görülen aile kurumunun hukuki zeminde diğer ilişkilerle eşitlenmesi, bu kurumun işlevselliğini tartışma konusu haline getirecektir ve müesseseyi tahrip edecektir. Söz konusu durum, evlilik birliği (aile içi) dışında işlenen şiddete yönelik tedbir ve yaptırım öngörülmediği anlamına gelmemektedir. TCK kapsamında şiddetin zamanı, mekânı ve faili sorgulanmaz. Tüm şahıslar için şiddet fiili; hakkında ayrım gözetmeksizin yaptırım öngörülmüş olan temel hakların ihlali niteliğini haiz bir durumdur. Sözleşmede yapılan tanımlamada ise ev içi olarak özelleştirilen ifadenin neye tekabül ettiği, korunma sağlanmak istenen kavramın niteliği yoruma açıktır. Oluşturulmaya çalışılanın evlilik birliğine alternatif bir kullanım ve dolayısıyla yeni bir toplumsal olgu ve kabul olduğu anlaşılmaktadır.

İstanbul Sözleşmesi’nin 3. maddesinde yer alan, "Eşler ya da partnerler arasındaki şiddet" ifadesi; "Eşler veya ebeveynler arasındaki şiddet" olarak tercüme edilirken; 36, 46 ve 59. maddelerde geçen "evlilik veya ilişki", "eş veya partner"ifadeleri ise birebir tercüme edilmiştir. Bu ifadeler her ne kadar net tanımlamalar getirmemekteyse de söz konusu ifadelerle koruma altına alınması amaçlanan, serbestiyet alanı oluşturulmaya çalışılan gruplar ve ilişki biçimlerinin toplum yapısına ters düştüğü öngörülebilmektedir. Bireysel ilişkilerde tüm şahsi haklar gerek anayasal düzlemde gerek uluslararası sözleşmeler kapsamında koruma altına alınmıştır. Şiddet muhataplarına yönelik koruma ve failleri cezalandırma sistemi bu güvencelerin bizatihi başında gelmektedir. Ancak Türk hukuk sisteminde kadın-erkek birliktelik ilişkisi çerçevesinde hususen koruma altına alınan yalnızca evlilik birliğidir. Evlilik birliğinin tanımı ise TMK’da yapılmıştır.

TMK md.134’te, “Birbiriyle evlenecek erkek ve kadın içlerinden birinin oturduğu yer evlendirme memurluğuna birlikte başvururlar…” ifadesiyle evlilik birliğinin kurulabilmesi için esaslı unsurları oluşturan bir kadın ve bir erkeğin evlilik başvurusu yapmış olması aranmaktadır. Hükmün kapsamına bakıldığı zaman, evlilik birliğinin sağlanabilmesi için farklı cinsiyetlerden olmak zaruriyetine vurgu yapıldığı aşikârdır. Keza pratikteki yansıması da durumu doğrular niteliktedir. İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan “partnerler” ifadesinin kapsamı ise net olarak belirtilmemiştir. Dolayısıyla, TMK ile mutabakat sağlamamaktadır. “Partnerler” adı altında belirsiz cinsiyetler arası ilişki tanımlamasına hukuki bir statü tanınması Medeni Kanun’un ve “aile” kavramının manipüle edilmesi anlamına gelecektir; uygulamada da önemli bir toplumsal soruna işaret etmektedir.

Sözleşmenin 3. madde, b bendinde geçen "ev içinde" (domestic unit) ifadesi, "aile içinde" olarak tercüme edilmiştir. Keza sözleşme metninde de açıkça "ev içi" şiddet tanımlaması yapılmaktadır. Buna göre ev içi şiddet: Mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da aile veya hanede, eski veya şimdiki eşler ya da birlikte yaşayan bireyler (partnerler) arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddettir. Bu noktada sözleşme metninin “aile içi” yahut “ev içi” olarak tercüme edilmiş olmasının bir önemi kalmamaktadır. Sözleşmede yer alan ev içi şiddet tanımı açıktır. Sözleşmenin bu maddesine dayanarak, Ankara 2. Aile Mahkemesi’nin verdiği evli olmayan çiftlerin aile sayılması sonucu hükmedilen nafaka kararı, sözleşmenin hukuki sonuçlarını gösterir mahiyettedir.[4]

Bir diğer husus İstanbul Sözleşmesi, 4. Madde, 3. Fıkrasıdır:

“Taraf Devletler bu sözleşmenin hükümlerinin, özellikle de mağdurun haklarını korumaya yönelik tedbirlerin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya siyasi olmayan görüş, ulusal veya sosyal köken, ulusal azınlık ile ilişkilenme, mülkiyet, soy, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, sakatlık, medeni hal, göçmen veya mülteci olma durumu ya da benzeri herhangi bir temelde ayrım gözetmeksizin uygulanmasını güvence altına alır.”

İstanbul Sözleşmesinin bu maddesinde geçen "cinsel yönelim" ifadesi ile, LGBTİ bireylerin Türk hukuk sistemi çatısı altında tanınması yolunda hukuki bir dayanak oluşturulduğu görülmektedir. Bu ifadeye dayanarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının TMK’da yer alan “evlilik birliği”, “velayet” gibi hakların yeniden tanımlanmasını talep etme imkanı doğmaktadır. Ayrıca devletin, taraf devlet olarak yükümlülüklerini ihlal etmesi sebebiyle ciddi tazminatlar ödemesi ihtimali söz konusu olacaktır.

Maddede geçen “cinsel yönelim” ifadesi, lezbiyen, gay ve biseksüelleri içermektedir. “Kadına ve Aile İçi Şiddet”e yönelik koruyucu ve önleyici tedbirlerin esas alındığı bir sözleşmede “cinsel yönelim” ibaresinin kullanılması sözleşmenin ana çerçevesinin ve amacının dışına çıkıldığını göstermektedir. Sözleşmede geçen “eşler ibaresi” soyut ve belirsiz kalmaktadır.

Cinsiyet kimliği (gender identity) ifadesi, metnin özüne baktığımızda toplumsal cinsiyet olarak karşılık bulmakta ise de kanun metnine cinsiyet kimliği olarak tercüme edilmiştir. Toplumsal cinsiyet kavramı, cinsiyetsiz toplumu idealize etmektedir ve cinsiyet kimliğinin tarihsel süreç içerisinde dayatılan, sorgulanması gereken bir tercih olduğu ideolojisine dayanmaktadır. Bu bağlamda “kadın” kavramı; tarihsel süreç içerisinde var olagelen toplumsal rolleri sorgulayarak ve bu rolleri toptan reddederek yeniden inşa edilmek istenmektedir. Cinsiyetsiz kimlik tüm fıtri değerleri yok saymakta ve insan doğasından gelen hakikati göz ardı etmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nin mezkûr maddeleri, tercüme vasıtasıyla revize edilmek istense de yapılmak istenen bu revizyon kanun metninin lafzının değiştirilmesinden öte geçememiştir. Sözleşmenin iç hukuka adaptasyonunu tercüme üzerinden sağlamak teknik nedenler ve hukuki gerekçelerle yasal zeminde mümkün değildir. İstanbul Sözleşmesi’nin “ruhuna/felsefesine” bakıldığında ve metin bütüncül olarak ele alındığında “cinsiyet” ve “kadın” gibi kavramların sosyal yaşam, kültürel değer ve ahlaki kabullerle uzlaşmayan bir mantaliteyle ele alındığı görülmektedir. Sözleşme metninin; cinsiyetsiz toplumu oluşturmayı hedefleyen, cinsiyet kimliğinin toplumsal bir dayatmadan ibaret olduğu iddiası üzerine perspektifle inşa edildiği aşikârdır. Taraf devlet sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak öngörülen şartlara karşı yasal yükümlülüğümüz tamdır. Söz konusu durum, toplumun sosyal yapısı ve iç hukukta ciddi çatışmalar doğurmasına rağmen; devletin taraf olduğu uluslararası sözleşmeden doğan borçlarını ifa etme yükümlülüğü, çekincesiz olarak taraf olduğu bu sözleşme maddeleri için tamdır ve sözleşmenin hukuki güvence oluşturduğu “toplumsal cinsiyet eşitliği” noktasında pratikte ciddi sorunlar gözlemlenmektedir. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetin önlenmesinden başka, toplumsal kodları değiştirmeye ve aile yapısını deforme etmeye yönelik hususları barındırmaktadır.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ İÇERİĞİ VE KAPSAMI

İstanbul Sözleşmesi giriş kısmında, kadına karşı her türlü şiddetin yapısal özelliğini toplumsal cinsiyete dayandırdığını açıklamakta ve söz konusu şiddetin önlenmesindeki temel unsur olarak; kadın ve erkek arasında de jure ve de facto eşitliğin gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Sözleşmede toplumsal cinsiyetin izahı yapılırken; kadın ve erkeğin tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkileri ve toplumsal rolleri sorgulanmaktadır. Bu anlamda kadın-erkek doğasından gelen farklılıklar gözetilmeksizin karşılıklı fırsat eşitliği oluşturmak yerine, birbirine denk olan iki grup arasında eşitlikten söz edilmekte ve sosyal-politik-hukuki süreç bu "cinsiyetsiz" söylemden etkilenerek oluşturulmak istenmektedir. Bu perspektifle oluşturulan kanunların toplumun temel yapısını oluşturan aile ve cinsiyet kimliği için sarsıcı olduğu bir gerçektir. Söz konusu hukuki uygulama adil yaklaşımın önüne geçmekte, sosyolojik olarak da kimlik ve cinsiyet sorununu ortaya koymaktadır.

                İstanbul Sözleşmesinin Kapsamı (md.2):Sözleşme her türlü şiddet mağduru kadını, “aile/ev içi” şiddet mağduru olan tüm bireyleri kapsamaktadır. 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da “kadın” statüsünde ele alarak sözleşmenin sağladığı hakların muhatapları arasına, yaşı kaç olursa olsun, tüm kadınları dâhil etmektedir. Ayrıca şiddet mağduru kadın sıfatının yanında “ev içi şiddet mağduru” ifadeleri ile sözleşme kapsamını daha da genişleterek; ev içi şiddet mağduru olan çocukları, LGBT bireylerini de sözleşmenin koruma sağladığı grup içine almaktadır.

                Sözleşmenin 5. Maddesi, devletin yükümlülükleri ve titizlikle yapması gereken inceleme ve araştırmalar hususuna değinmektedir. Beşinci maddenin sözleşmedeki yükümlülükler açısından taraf devletler için önemli olduğunun altını çizmek gerekir.

                Sözleşmede devletin özen yükümlülüğünün olduğu vurgulanmaktadır. Taraf devletin yükümlülükleri noktasında gereken özeni gösterme (due diligence) zorunluluğu mevcuttur. Bu durum uluslararası hukuk bağlamında, uluslararası sorumluluk hukukunda çok önemli bir sorumluluğa yani kusursuz sorumluluğa işaret eder. Sorumluluk nedeni fiil, devletin eyleminden, aktörlerinden, ilişkilerinden, kararlarından doğmamış olsa bile devlet, bu fiilin sonuçlarından yükümlüdür. Devlet için getirilen bu sorumluluk ilişkisi, bugüne dek imzalanan tüm uluslararası sözleşmelerden farklı olarak daha ağırdır. Dikey ihlaller (vertical violence) dışında, yatay ihlaller (horizontal violence) olması durumunda dahi, devlet bazında kadın hakları ihlaliyle karşı karşıya kalınacağı anlamına gelir. Dolayısıyla devletin sorumluluğu ev içine kadar giren, devlet dışı aktörlerin eylemlerinden doğacak sorumluluk biçiminde kendini ortaya koymuştur.[5]

Sözleşmeye göre taraf devletlerin sorumluluk çerçevesi şu şekilde maddelendirilebilir:

· Yasama alanında gereken önlemlerin alınması.

· Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ve yasal eşitlikle birlikte fiilî eşitliği de sağlamak üzere önlemler alınması ve politikalar geliştirilmesi.

· Siyaset ve karar alma mekanizmalarına kadınların katılımının erkeklerle dengeli olmasının sağlanması.

· Aile ve özel hayat ile iş yaşamının uyumlaştırılması.

· Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin önlenmesi ve bununla mücadele.

· Kırılgan gruplarda yer alan kadın ve kız çocuklarına yönelik ayrımcılıkla mücadele.

· Özellikle medya ve eğitim alanlarında kalıplaşmış cinsiyet rolleriyle mücadele.[6]

                Ayrıca sözleşmede tanımlanmış olan “ekonomik şiddet” kapsamında da devletin sorumluluğu tamdır. Devletin ŞÖNİM (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) oluşturma, sığınaklar kurma gibi yükümlülükleri vardır. Bu merkezlerin kurulmaması, devlet tarafından ekonomik bütçe ayrılmaması kadınlar için mağduriyet oluşturacağından devlet eliyle ekonomik şiddet uygulanması anlamına gelir ve devlete bu hususta da ciddi ekonomik sorumluluklar yüklenmiştir. AİHM nezdinde devletin tazminat yükümlülüğü ağır olacaktır.

                Sözleşmenin 6. Maddesi, “Toplumsal Cinsiyet Konusunda Hassasiyet Gerektiren Politikalar” başlığıyla politik zeminde “toplumsal cinsiyet” uygulamalarına vurgu yapmaktadır. Yine Sözleşmenin 12. Maddesinin 1. Fıkrası: “Taraf devletler, kadınların aşağı bir cins olduğu veya erkekler ile kadınlar için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan önyargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesi için gerekli tedbirleri alır.” ifadesi yer almaktadır. “Keza Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikası” (ETCEP)[7]başlığı altında; sözleşmeden kısa süre sonra hayata geçirilen uygulamanın toplumsal roller ve cinsiyet kimliğinde tahribata yol açabilecek sakıncalar barındırmasına rağmen pilot okullarda denenmesi bu yasa maddesinin politik düzlemdeki iz düşümüdür.

Eğitim hayatında kız çocuklarının arabalarla, erkek çocuklarının bebeklerle oynamaya teşvik edilmesi; okul kitaplarında cinsiyetin şahısların tercihlerine bırakılabileceğine dair mesajların verilmesi, ‘cinsel sağlık’ dersi adı altında bu konunun liselerde, sağlıkla alakası olsun olmasın her türlü bölümde okutulmak istenmesi gibi insan doğasına aykırı, cinsiyetsiz toplum ideasını meşrulaştıracak uygulamaların yaygınlaştığı görülmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlara yönelik koruyucu kalkan niteliği taşıyan maddeleri göz ardı edilmemelidir. Ancak kadın haklarının “toplumsal cinsiyetin” bir parçası olarak dillendirilmesi ve toplumdan dışlanan üç gruptan biri olarak ön plana çıkarılması, kadın hakları bağlamında diğer gruplar için de hukuki meşruiyet zemini oluşturmanın bir yolu olarak görülmüştür. R.W. Connell, “Toplumsal Cinsiyet ve İktidar” kitabında; toplumsal fırsat eşitliğinin, kadınlara, eşcinsellere ve transseksüellere yönelik özel yardım programları düzenleyerek ve politik zeminde, bürokraside onlara yer açarak sağlanabileceğinden bahsetmektedir.[8] Bu bağlamda “kadın hakları”nın diğer gruplara meşruiyet sağlama yolunda bir paravan olduğundan söz edilebilir. İstanbul Sözleşmesi’nin söz konusu maddelerini bu bağlamda ele almak gerekmektedir.

İstanbul Sözleşmesi 7. Maddesi, kapsamlı ve koordineli politikalar yapmaktan, devletin finansal destek sağlama yükümlülüğünden, sivil toplum kuruluşlarının aktif rol oynaması ve sivil toplumu teşvik etmesinden, suç ve ceza oranları noktasında verilerin toplanmasından, istatistiklerin oluşturulmasında koordinasyonu sağlayacak kuruluşlar oluşturulmasından bahsetmektedir. İstanbul Sözleşmesi mağduru merkeze almakta ve mağdurun mağduriyetini gidermek için gerekli çözüm yollarını oluşturma noktasında devlete detaylı bir yol haritası sunmaktadır. Bu madde, sivil toplum kuruluşlarının uluslararası kamuoyu değerlendirmelerini destekleyecek raporlar hazırlamasını öngörmektedir. Türkiye genelinde kadın hakları savunuculuğunu üstlenen derneklerin ekseriyeti bu raporu hükümet karşıtı söylemler üzerine şekillendirmektedir. GREVIO 2018 Türkiye Raporu bu durumu ispatlar niteliktedir.

İstanbul Sözleşmesi’nin III. Bölümünde “Önleme”yolları öne sürülmüştür. Genel yükümlülük olarak madde 12’de: “… Kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadın ve erkeklerin sosyal kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” ifadeleri açıkça sözleşmenin toplumsal cinsiyet kimliğini yeniden inşa etmek amacını barındırdığını göstermektedir.

“Önleme” bölümünde, farkındalığın artırılması, eğitim (müfredattaki cinsiyet rollerinin yeniden dizayn edilmesi), profesyonel kadroların eğitilmesi, önleyici müdahale ve tedavi programları, 17. Maddede yer alan özel sektör ve medyanın katılımı konularından bahsedilmiştir. Medyada “cinsel ve şiddet içeren aşağılayıcı içeriklere erişimin” önüne geçilmek istenmiştir. Sözleşmenin 17. Maddesinde yer alan özel sektör ve medyanın katılımı ifadesinin açıkça; medyada-reklamlarda kadın bedeninin teşhir edilmesinin önüne geçilmesi ve şiddet olaylarının medyada kadının onurunu ve saygınlığını zedeleyici şekillerde yapılmasının önlenmesini kapsadığı nettir. Ancak bu hükmün uygulanması söz konusu edildiğinde, Türkiye’deki birtakım kadın platformları tarafından “basına sansür” getirilmeye çalışıldığı manipülasyonu yapılmaktadır.

Sözleşmenin IV. Bölümü “Koruma ve Destek”sağlama hakkında usul çizmektedir. Taraf devletler tüm mağdurları daha başka şiddet eylemlerine karşı korumak için gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaktır. (md.18)

Mağdur sıfatının kapsamını sözleşme bağlamında çizmek gerekmektedir. Sözleşme kapsamı altına giren mağdur statüsünü şunlar oluşturmaktadır:

Kadınlar (Şiddete Açık Gruptaki Kadınlar, Sığınmacı ve Göçmen Kadınlar, Cinsiyet Temelli İltica Talebinde Bulunanlar)

Çocuklar

Erkekler

LGBTİ Bireyler

Sözleşmenin temel amacı bu gruplara yönelik koruma sağlamaktır. Yukarıdaki gruplardan herhangi biri için, taraf devletin politik zeminde herhangi bir ayrımcılık yapmayacağının teminatı sözleşme maddelerinde verilmiştir. Vatandaşı olmadıkları devletlere sığınma talebinde bulunan söz konusu grupların geri gönderme yasağı kapsamında değerlendirileceğine de vurgu yapılmaktadır. Konuyla ilgili İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu tarafından yapılan açıklamalar durumu izah eder vaziyettedir: “Ayrımcılık yasağı ile ilgili çağdaş kimlik çalışmalarının izdüşümünü bu sözleşmede görmek gerekir. Gender identity tanımı, toplumsal cinsiyete (cinsel kimliğe) yönelik ayrımcılık; sadece cinsiyet kimliğine değil, cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın da önünü alan bir ifadedir.”[9] Cinsel yönelim tanımı ile kast edilenin LGBTİ bireyleri olduğu açıktır ve ayrımcılık yasağı ilkesi üzerinden ele alınarak, bu durum seçime bağlı bir tercih, dolayısıyla doğal bir hak gibi taraf devletlere dayatılmaktadır.

                Yine “Koruma ve Destek” imkanları sunma noktasında taraf devletlerin İstanbul Sözleşmesi md.18 ve devamı hükümlerinde: genel destek hizmetleri verilmesi, uzman destek hizmeti, bireysel/toplumsal şikâyetlerde yardım sağlanmasında destekleyici uygulamalarda bulunulması, kolayca erişilebilecek barınaklar, telefon yardım hatlarının kurulmasının sağlanması öngörülmüştür. Cinsel şiddet mağdurlarına destek verilmesi, çocuk tanıkların korunması ve destek sağlanması, şiddet olaylarının haber verilmesinin teşvik edilmesi ve acil önlem alınması, profesyonel kadroların haberdar edilmesi hususları ele alınmış ve sistematik bir yöntem ile söz konusu vakıalar geniş bir koruma kalkanına tabi tutulmuştur.

Sözleşmenin V. Bölümü – Esasa Müteallik Hukukkonu başlığında md.29 ve devamı maddelerde ele alınmıştır ve uygulanacak hukuk kurallarından bahsedilmiştir. Şiddetin tanımı kapsamlı bir şekilde yapılmış ve tazminat yükümlülüğü noktasında devletin sorumluluğu genişletilmiştir.

Sözleşmeye göre şiddet kapsamında kabul edilen ve suç teşkil eden fiiller:

Zorla evlendirme (md.32, md.37)

Psikolojik Şiddet (md.33)

Taciz amaçlı takip (md.34)

Fiziksel şiddet (md. 35)

Irza geçme dâhil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri (md.36)

Kadın sünneti (md.38)

Kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama (md.39)

Cinsel taciz (md.40)

“Namus” adı altında işlenen suçlar (md.42)

Sözleşme suç tanımını yapmakla kalmamış, cezalandırma ve tedbirler noktasındaki usulü de detaylı olarak devamındaki madde hükümlerinde belirlemiştir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi 50. Maddesi; “İç Güvenlik Paketi” olarak anılan, 4/7/1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nda öngörülen uygulamanın aksine, sözleşmede tanımlanan şiddet kapsamında yer alan her türlü fiile karşı kolluk kuvvetlerine derhal, süratle ve anında müdahale hakkı tanımıştır.

                Sözleşmede dikkat çeken bir diğer husus md.48’deki “zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerinin veya hüküm vermenin yasaklanması” hükmüdür. Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet şikâyete bağlı olmayan, kamu düzeninden kaynaklanan ve re’sen görülmekte olan suçlar niteliğini haizdir. (md.55) Dolayısıyla söz konusu haksız fiillerden kaynaklanan davalar, kamu davası olarak görülmekte, uzlaştırma ve arabuluculuğa tabi olması mümkün olmamaktadır. Şikâyetin mağdur tarafından yapılmış olması da gözetilmeksizin, dikkate alınacaktır. Yapılan herhangi bir şikâyetin asılsız olması ve geri çekilmek istenmesi ihtimalinde, şikâyeti geri çekme imkanının bulunmaması ise uğranılacak hak kayıplarını beraberinde getirecektir. Kadınlara yönelik şiddet olayları için uygulanmak istenen pozitif ayrımcılığın, bazı durumlarda erkekler için mağduriyet doğurması ihtimali yüksektir. Uygulanması istenen pozitif ayrımcılık, “silahların eşitliği” ilkesini ve “adil yargılama” mekanizmasını sorgulatmaktır. Ayrıca hükmün boşanma oranlarında yaşanacak artışa katkı sağlaması da muhtemeldir.

IX. Bölüm’de ‘İzleme Yöntemleri’ hususu aydınlatılmıştır.

Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi (ev içi) şiddetle mücadele konusunda uzmanlar grubu (GREVIO) sözleşmenin taraflarca uygulanmasını izleyecektir. GREVIO örgütünün raporları, işleyişi detaylıca sözleşmede belirlenmiştir. GREVIO raporları taraf devletler için oldukça önem arz etmektedir ve devletler bu raporları kendi ulusal parlamentolarına sunmak zorundadırlar. Türkiye Raporu 2018 ile ilgili şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bir diğer faktör ise kadın ve erkeğin aile içinde ve toplumdaki rol ve sorumluluklarına dair ayrımcı kalıp yargıları sorgulamamaya yol açacak şekilde kadınların anne olarak ve ‘bakım sağlayıcı’ olarak geleneksel rollerine vurgu yapma eğilimidir.”[10]Özellikle İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu tarafından manipüle edilen GREVIO raporlarında da platformun kendi açıklamalarında da sözleşmeden bağımsız noktalarda mevcut iktidarın ve siyasal durumun eleştirilmesi GREVIO raporlarının güvenirliğini sorgulatmaktadır. Raporlarda yer alan verilerin, sosyolojik gerçeklikten kopuk, manipülatif bir düzlemde oluşturulduğu kanaati oluşmaktadır.

2018 GREVIO raporunun basın açıklamasında yer bulan bazı ifadeleri örnek göstermek gerekirse; mevcut siyasi irade hâkim kararlarını etkilemekte ve hâkimler bu komisyonun kararları gereğince sözleşmenin öngördüğü hükümlere aykırı karar vererek tedbir uygulamaktan kaçınmaktadırlar.[11]

                XI. Bölüm’de ‘Sözleşmede Yapılacak Değişiklikler’ hakkında bilgi verilmiştir. 72. Maddede “Taraf devletlerden herhangi birinin bu sözleşmede değişiklik yapmak üzere getireceği her teklif tüm taraf devletlere iletilecektir.” denilmektedir. Avrupa Konseyi, çoğunluk sağladığı takdirde değişikliği kabul edecektir. Bakanlar Komitesi tarafından değişiklik onaylanmak üzere taraflara gönderilecektir. Yukarıda bahsedilen tercüme marifetiyle Türk hukuk sistemine intibak ettirilmeye çalışılan yasa hükümlerinin 72. Madde kapsamında değiştirilmesinin talep edilmesinde iki nedenden ötürü bir yarar bulunmamaktadır. Öncelikle sözleşmenin değişiklikler için öngördüğü sistem için taraf devletlerin onayından geçerek, çoğunluğun sağlanmasının pratikte mümkün olmamasıdır. İkincisi ise sözleşmede söz konusu maddelerin değiştirilebilmesi tüm sözleşmenin toplumsal cinsiyet konusundaki perspektifinin değişimi ile mümkün olmasındandır. Bu durum ise sözleşmenin kapsamlı olarak değişimi demektir. Bu iki husus göz önünde bulundurulduğunda sözleşmede değişiklik talep edilmesi anlamsızdır. Sosyal yapı, hukuk sistemi gözetildiğinde sözleşmenin değiştirilmesi yerine feshedilmesinde daha büyük bir yarar olduğundan söz edilebilir.

                XII. Bölüm’de sözleşmenin etkileri, uyuşmazlık çözümleri, imzalama, yürürlüğe girme, sözleşmeye katılım, bölgesel uygulama, çekinceler, çekincelerin geçerliliği ve gözden geçirilmesi, sözleşmenin feshi ve bildirimler hakkında maddeler yer almaktadır.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TÜRKİYE İZLEME PLATFORMUNUN BAKIŞAÇISI BAĞLAMINDA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ DEĞERLENDİRMELERİ

                Sözleşmenin düzenlenme aşamasından itibaren 88 kadın ve LGBTİ derneği İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu'nda aktif görev almaktadır. 21 Mart 2015'te Bilgi Üniversitesi'nde İstanbul Sözleşmesi hakkında genel bir seminer düzenlenmiştir. Seminerde Prof. Dr. Turgut Tarhanlı'nın konuşmasındaki şu ifadeleri sözleşmenin kabulü noktasında atılan adımları nitelendirme açısından önemlidir: “… İkincisi cinsel yönelim meselesi, bu da ayrımcılık tanımı içerisinde yer alan bir husus. Anayasa çalışmalarında bu konular çok çetrefilli tartışmalara yol açmıştı hatırlayanlarınız varsa. Meclis Anayasa Uzlaştırma Komisyonunda birkaç yıl öncesine kadar bu terimleri biz kabul ettirememiştik. Bizim bu üniversite çatısı altında, başka platformlarda Hülya’yla birlikte çalıştığımız Özgürlükçü Anayasa Platformu’nda bu konuları dile getirmiş ve hazırlık metinlerimize hep yerleştirmiştik. Sonunda ilginç bir biçimde AKP razı olmuştu, yanlış hatırlamıyorsam ‘cinsiyet kimliği’ meselesine; ama onun çok rızai ve kabul edilebilir bir iradenin ürünü mü yoksa çok farkında olmadan kabul edilmiş bir mesele mi olduğu hususunda tereddütlerim var.”[12]

Prof. Dr. Turgut Tarhanlı ve diğer konuşmacılar sözleşmenin nasıl bir “mücadele” sonucunda imzalandığından bahsederken; AK Parti’nin sözleşmeyi onaylama esnasında, sözleşmenin doğuracağı etkilerden bihaber olarak, bilinçsizce imzaladığına vurgu yapmaktadırlar. Av. Hülya Gülbahar aynı toplantıda benzer ifadelerde bulunarak, sözleşmenin ve sözleşmeye dayanarak hazırlanan 6284 Sayılı Kanun’un bazı maddelerinin, hükümeti “karambole” getirerek imzalandığından söz etmektedir. Hülya Gülbahar’ın 21 Mart 2015’te İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu’ndaki sunumunda yer alan ifadeleri aşağıda alıntılandığı şekildedir:

Av. Hülya Gülbahar:

“Vatikan’ın ‘toplumsal cinsiyet’ meselesinde kavram muğlak diye itiraz etmesi çok hoşuma gitti. Herhalde hepimizin hoşuna gidecek. Biliyorsunuz bugünlerde Türkiye’deki iktidar tarafından üretilen kimi argümanların, işte yaratılış farklılıklarından tutun da kürtajın, sezaryenin, doğum kontrolünün yasaklanmasının da talep edilmesine kadar geniş bir alandaki argümanları birebir Vatikan argümanlarıyla[13]denk düşüyor.

Şimdi bu Vatikan’ın ‘toplumsal cinsiyet’ kavramının içeriğinin muğlaklığı ifadesini dün gece üç ayrı yerde okudum Türkiye’den. Bir tanesi Aile Araştırma Derneği’nden, GREVIO Seçimi ile ilgili geniş bir platform oluşturmuşlardı İstanbul Sözleşmesi’nin nasıl Türkiye’deki aile yapısını tahrip edecek nitelikte bir sözleşme olduğunu anlatmak için. O yüzden o muğlaklık eleştirisi hiç rastlantısal değil. İyi bir tercüme bürosu var, işine gelenleri güzel tercüme ediyor, işine gelmeyenleri de ‘ev içi şiddeti, aile içi şiddet’ diyerek tercüme ediyorlar.

Bizim bu Türkiye’de maceralı oldu kadın-erkek eşitliği, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramları meselesi. 2010’da zamanın başbakanı, ‘Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.’ dediğinde, kamuoyu önünde bir kadın-erkek eşitliği tartışması başlamıştı. O zamana kadar daha üstü örtülü yürütülen bir tartışmaydı bu. Şunu yaptı iktidar: ‘Kadın-erkek eşitliği’ lafını gördüğü her yere ‘fırsat’ kelimesini sokmaya çalıştı. Birinci mücadelemiz o ‘fırsat’ kelimesi üzerine oldu.

(…) TBMM Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu, Anayasa Komisyonu’nda tüm partilerin uzlaşmasıyla Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu oldu. Herkes birbirini kutladı, bayram yaptık. Hatta Nimet Çubukçu’yu falan kutladık. Burhan Kuzu’yla yarım saat telefon konuşması yaptık, muhteşem bir Anayasa Komisyonu Başkanlığı yaptığını söyledik falan, arkamızı döndük, ‘fırsat’ kelimesi girmişti oraya. Egemen Bağış bizi yanıltmıştı… Bu isimleri hep analım, çünkü tarihimizin isimleri. Başbakan’a ulaşmak lazım, o çözer dedi. 2010 yılında Başbakan, karşısında kadın örgütleri, bizler oturuyoruz. Nimet Hanım’a dönerek: ‘Ama biz zaten kadın-erkek eşitliğine inanmadığımız için fırsat eşitliği komisyonu yapmıştık komisyonun adını.’ dediler. Böylece zaten bir numaralı sorumluya ulaşmaya çalışıp komisyonun adını değiştirmeye çalışmışız meğerse… Meclis tarihinde bugünlerde iç güvenlik yasası nedeni ile yaşadığımız büyük uzlaşma kadın-erkek fırsat eşitliği komisyonu konusunda da yaşandı. Beş gün kadar meclisi muhalif partileri kilitlediler, kadın-erkek eşitliği olsun, fırsat eşitliği olmasın diye.”[14]

 “Kadın-erkek eşitliğine de karşı olduğunu deklare ettikten sonra Erdoğan, bütün kadın-erkek eşitliği lafları silinmeye başladı. Onun yerine ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramı yerleştirilmeye çalışıldı; tüm eğitim materyallerine, mevzuata. Sonra birden bir şey fark edildi: ‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’ ifadesi LGBT bireylerini içerebilirdi. Öyle bir tehlike olduğu düşünüldü. Artı toplumsal roller konusunda; kadınların rolleri, erkeklerin rollerini değiştirmeye yönelik bir kavram olarak algılandığı anlaşılınca bu sefer tüm toplumsal cinsiyet eşitliği lafları çıkartılmaya çalışıldı metinlerden. 6284 Sayılı Yasada göreceksiniz, bu sefer de kadın-erkek eşitliğini koymaya başladılar onun yerine. Biz arkadaşları uyardık; yapmayın etmeyin, çok kızacak ‘Beyefendi’ size, çünkü o toplumsal cinsiyeti de istemiyor, öbürünü de istemiyor diye. Kanunda var bir iki yerde, geçti o karambol içerisinde kadın-erkek eşitliği. Şimdi biliyorsunuz, eşitlik yok; eşdeğerlik, farklılık, fıtrat, adalet diye kavramlar tartışıyoruz(!).”[15]

“Bir yılı aşkın bir süre Fatma Şahin zamanında bakanlıkla müzakere ederek 6284 Sayılı Yasayı çıkarttık. Aslında platformun kuruluş temelleri Şiddete Son Çalışmaları sırasında atılmıştı. Orada platform olarak devletle 6284 Sayılı Kanunu müzakere etmeden önce stratejik bir karar aldık ve öncelikle İstanbul Sözleşmesi’nin çekincesiz imzalanmasını istedik. Yasayı ondan sonra yapalım dedik. Böylece görüşmelere başladığımızda birinci önceliğimiz bizim platform olarak İstanbul Sözleşmesi’nin çekincesiz olarak onaylanması oldu.”[16]

Av. Gülbahar, konuşmasında; Sözleşmeyi ilk imzalayan ülkenin Türkiye olmasında Davutoğlu’nun da bizzat dâhil olduğu hükümet kanadının etkili olduğunu ve dünya kamuoyunda Türkiye hakkında oluşan “günde 5 kadın cinayetinin işlendiği ülke” imajının düzeltilmesi amacının güdüldüğünü söyleyerek eklemektedir: “Çok büyük gayretler gösterildi İstanbul’da imzaya açılması için. 11 Eylül açıldığı gün de Türkiye sözleşmeyi imzalandı. Yalnız biz sözleşme imzalansın ve çekincesiz imzalansın derken, tabi ki Türkiye bu sözleşmeyi öyle kolayca çekincesiz imzalamadı, bunun için ayrıca ciddi mücadele vermek zorunda kaldık. (…) Zira biz sadece iki konuyu öğrenebildik: Arabuluculuk, zorunlu uzlaştırma yöntemleri (Kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda uzlaşma ve arabuluculuk yapılamaz.) meselesine şerh koymak için hazırlık yapıyorlardı…”[17]

İkinci olarak; basit tıbbi müdahaleyle giderilecek şiddet olaylarında kamu davası olmaması vekadının şikâyetten vazgeçtiği anda davanın düşmesi üzerine bir çekince taslağı hazırlandığı haberine itirazda bulunduklarından bahsetmektedir Av. Gülbahar. Üçüncü husus ise tazminatlarla ilgili hazırlanan çekinceye yapılan itirazdır. Gülbahar, konuşmasında çekince koyulmaması için hükümete yönelik kullandıkları tehditkâr üslubu şöyle anlatmaktadır: “İşte oturmuşlar tazminatlar meselesinde çekince hazırlıyorlardı. Biz de büyük protesto yaparız, şiddet görüşmesi de yapmayız vs. diyerek baya ciddi uğraştık ve öylece çekincesiz oldu.”[18]

“Üçüncü stratejimiz, kendi taleplerimizi İstanbul Sözleşmesi daha yürürlüğe girmeden İstanbul Sözleşmesi’ni esas alarak hazırladık. Dolayısıyla iç hukuka uyarlanma problemi olmasın diye gayret gösterdik. Örneğin; risk değerlendirme kriterlerini falan koymaya çalıştık biz 6284 Sayılı Kanuna, gerçekten çok büyük mücadele verdik bu konuda. Ama ne arabuluculuk ve uzlaşma yapılamazı koyabildik açıkça ne risk değerlendirmelerini yazdırabildik. Kadın cinayetleriyle ilgili özel bir birim kurulmasını istemiştik. Ne onu yazdırabildik, yani birçok şeyi yazdıramadık. Ama en azından şunu yaptık: 1. Madde 2A’ya; ‘Bu kanunda hükmü olmayan konularda İstanbul Sözleşmesi uygulanır.’ ifadesini yazdırdık. Aynı şekilde LGBTİ sorunlarını da bu göndermeyle çözebileceğimizi biliyorduk, söyledik de zaten orada.”[19]

“Bu farklı aile formları tartışması… Sema Aliye Kavaf, bunu LGBTİ bireylere yazdı. Uluslararası bir toplantıda ‘farklı aile formlarına’ şerh koymaya kalkmıştı Kavaf. Aslında her türlü aile formu kast ediliyordu ama sonra madem öyle anladınız, eşcinsellik hastalıktır diyerek bunu da anlattı. Orada Egemen Bağış’ın hakkını verelim: Hastalık değildir bence demişti. Kaybettik böyle önemli bir değeri. Bir kere sistem İstanbul Sözleşmesi’ni hiçbir şekilde içine sindirmedi. Aileyi ve toplumu perişan edeceğini, ne kadar alkolik, kumarbaz, düşkün birey varsa bu sözleşme sayesinde ve 6284 Sayılı Yasa sayesinde toplumu uçuruma sürükleyeceğini anlatıyorlar. Dün gece bol bol böyle yazı okudum… Bize gelen sinyaller 6284 Sayılı Yasayı asla uygulamak istemediklerini gösteriyordu. ‘Fatma Hanım’ın feminist yasası’, ‘Feministler Fatma Şahin’i kandırdı ve bu kanunu çıkarttı!’ şeklinde konuşuluyordu açık açık kulislerde. Onun için İstanbul Sözleşmesi de 6284 Sayılı Kanun da istenmiyor…”[20]

“Ayşenur İslam, Davutoğlu’nu arayıp -1 saat 15 dk. süreyi de biliyoruz- sözleşmeden imzayı çekmesini istemiş. Davutoğlu da ‘İstanbul Sözleşmesi’ne ilk imzayı biz attık, olmaz böyle şey!’ demiş. Biz bunun yalanlanmasını istiyoruz. Duyduk ve gayet de sağlam yerlerden duyduk biz bunu ama şu ana kadar Ayşenur Hanım yalanlamadı ve BBC dâhil olmak üzere bir sürü gazetecinin de bu konuyla ilgili görüşme taleplerini geri çeviriyor. Cevap vermediği gibi görüşme de yapmıyor bu konuyla ilgili. Meclis de kurulan Şiddet Komisyonu da aynen, İsmet Uçma’yı herkes biliyordur, komisyon üyesi; kadınların namusunu toplum korusun, mahalleli meseleye el atsın diye her seferinde 6284’ün, İstanbul Sözleşmesi’nin altını aşındıran demeçler veren arkadaşımız. ”[21]

                Av. Hülya Gülbahar konuşmasında sürecin nasıl geliştiğine dair önemli ifadelerde bulunmuştur. AK Parti’nin sözleşmeyi onaylama esnasında yaşadığı tereddütlerden, sözleşmenin hukuksal süreçte neyi vadettiğine yönelik pek çok meseleyi ele almıştır. Görülmektedir ki aydınlanmacı, elitist dünyanın, hâkim paradigmanın yıllardır ektiği ekinle beslenen ve Türkiye’de kadın hakları savunuculuğuna soyunmuş bu kesim, söz konusu zihniyet tekebbürünün etkisi altında kalarak hukuki ve sosyolojik yapıyı yeniden dizayn etmek istemektedir.

ÇÖZÜM VE ÖNERİ ÜZERİNE MÜTALAA

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet noktasında, kadınlar için önemli hakların kazanımını ihtiva eden bir sözleşme gibi görünmekle birlikte; toplumsal cinsiyet rollerinin inşası hususunda toplumun aile yapısı, kültürel kodlarını dejenere edecek yukarıda bahsedilen maddeleri de bünyesinde barındırmaktadır. Bu sıkıntıların temelinde sözleşme metninin toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifine dayalı olarak hazırlanmış olması; dolayısıyla kadın-erkek rollerinde, toplumun, ahlakın, dinî değerlerin belirleyici olmaksızın şahısların tercihine bırakılarak belirlenmesi ve bu temelde ayrım gözetmeksizin eşitliğin sağlanması fikri yatmaktadır.

Toplumsal cinsiyet tartışması esasen “aile” kavramını da sorgulamakta, aileyi oluşturan “anne”, “baba” olgularının tarihsel süreç içerisinde inşa edilen yapay olgular olduğunu iddia ederek; bu olguları yeniden inşa etmek ve toplumdaki kadın-erkek rollerine biçim vermek istemektedir. Sözleşme ile koruma altına alınan “kadın” rolü de bu ideoloji çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan kadın rolüdür. Erkek ve kadın arasında sağlanmaya çalışılan eşitlik bu bağlamda fıtrata aykırı bir eşitliktir. Bilimsel, sosyolojik gerçeklikler, tarihî tecrübeler bu farklılığın yaratılış farklılığı olduğunun emaresi niteliğindedir. Birtakım soyut teoriler üzerinden toplumun bilinç yapısı ve kimlik kodları ile oynanması beraberinde ciddi toplumsal sorunları getirecektir.

‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’ (gender) tanımını ilk kez John Scott yapmıştır. Türkçeye toplumsal cinsiyet rolleri olarak da çevrilmiştir: “Toplumsal cinsiyet derken bireysel olarak kadını ve erkeği değil, ‘cinsiyet farklılıklarının toplumsal organizasyonu’nu kastediyoruz. Bu tanım, cinsiyet farklılığının sosyal ve kültürel olarak inşa edilmiş bir anlam taşıdığını; bireysel olarak dişilin ve erilin kimlik oluşumunu yönlendirdiğini ve kendisini güç ilişkileri içinde gösterdiğini iddia eden John Scott’ın bir tanımıdır. Toplumsal cinsiyet rolleri iktidar ilişkilerinde içkin ve ilişkilerde aile kurumundan küresel kurumlara bütün sosyal, ekonomik ve politik ilişkilerde mevcut olduğundan, toplumsal cinsiyet rolleri üzerine çalışan bilim insanlarının bu konuyu göz ardı edemeyecekleri açıktır…”[22]

Kadına toplumsal hayatta belli hukuki güvenceler sağlama isteği anlamsız değildir. Ancak fiziksel olarak daha güçsüz olan, bu sebeple gerek aile içinde gerek kamusal alanda şiddet görmesi ve haksızlığa uğraması daha mümkün olan kadının haklarının savunulması; “kadın” kimliğinin toplumsal cinsiyet eşitliğine dayandırılarak yeniden kurgulanması ile mümkün olmayacaktır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ideolojisi kadına toplumsal hayatta biçilen rolü ve konumu “tamir etme” amacı gütmez; aksine erkek ve kadının “genetik kodlarını” değiştirmeye, “tahrip etmeye” yani yok edip, yeni bir kimlik inşa etmeye odaklanmaktadır. Kadını da erkeği de cinsiyetsizleştirerek toplumdaki haksızlıkların giderileceğine inanılmaktadır. Bu ise toplum yapısını dejenere etmekten başka bir ihtimali barındırmamaktadır. Diğer yandan toplumda kadını ve erkeği iki zıt kutba oturtmak algısı bizatihi problemlidir.

Toplumsal cinsiyet tanımı tüm toplumsal rolleri sorgulamak ve yeniden kurgulamak için öne sürülen bir kavramdır. Kadınların erkeklerle eşit şartlara, haklara ve imkanlara sahip olmasını talep etmekten ibaret bir yaklaşım değildir. Tüm toplumsal rolleri sorgularken, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin aile kurumunu toplumun merkezinden çıkartarak, bireyleri ve bireylerin tercihlerini merkeze almaktadır. Anne baba, kadın-erkeğin fıtri farklılıklarını reddederek, eşcinsel ilişkilerin de önünü açmaktadır. Bu algıya göre cinsiyet kişinin tercihlerine bağlı şekillenen bir teferruattır. Aile kavramı modernleştirilmelidir. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da kabul edilen kanuna göre; anne-baba ifadelerinin yerini “ebeveyn 1 – ebeveyn 2” ifadelerinin alması bu açmazın en önemli yansımalarından biridir.[23]

İstanbul Sözleşmesi, tüm bu bilgiler ışığında “toplumsal cinsiyet eşitliği” uygulamalarının önünü açmakta, bir anahtar vasfı görmektedir. LGBTİ ve bazı kadın derneklerinin ısrarı üzerine yukarıdaki tebliğlerde de bahsi geçtiği üzere; 6284 Sayılı Kanun’un istişareleri sırasında, kanunda hüküm bulunmadığı durumlarda İstanbul Sözleşmesi’ne atıfta bulunarak sözleşmesinin uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Söz konusu sözleşmenin eşcinsel birlikteliklerin hukuken tanınmasına yol açacak hükümleri haiz olduğu göz ardı edilmemelidir. Tüm eğitim sisteminde yapılan sistematik değişikliklerin temelinde; cinsiyetin tercih edilebilir bir yönelim olduğu, eşcinsel ilişkilerin de bu kapsamda özgürlük bağlamında değerlendirilmesi gerektiği dayatmaları bulunmaktadır.

                Türkiye olarak İstanbul Sözleşmesi’ne taraf devlet sıfatı kazanılmış olması dolayısıyla; hukuki açmazların önüne geçmek ve “aile” yapısının tahrip edilmesini önlemek bağlamında izlenebilecek üç yol mevcuttur.

Bunlardan ilki; sözleşmenin açıklayıcı yorumlarla anlamının netleştirilmesidir. Ancak hukuk zemininde bu yöntem geçerlilik anlamında sıkıntılar barındırmaktadır. Yukarıda bahsedildiği üzere, orijinal metnin bağlayıcılığı esastır. Açıklayıcı kitapçığın yeniden yorumlanması ile sözleşmenin bağlayıcılığı noktasında herhangi bir değişim yaşanmayacaktır.

İkinci olarak; sözleşmenin feshedilip Türk hukuk sistemi ile uyuşmayan maddelere çekinceler koyularak yeniden imzalanmasıdır. Ancak bu adımda sözleşmenin genel perspektifi nedeniyle yaşanan uyuşmazlıklar başka maddeler üzerinden devam edecektir. Sözleşme kendi içinde bir bütünlük arz etmektedir. Dolayısıyla belli maddelere çekinceler getirmek makul ve işlevsel bir çözüm yolu sağlamayabilecektir.

Üçüncü çözüm önerisi; sözleşmenin feshedilerek iç hukukta İstanbul Sözleşmesi’nden bağımsız, Türk hukuk sistemine uyumu sağlanan, iktibas edilmemiş, kadına yönelik şiddeti önleyici ve koruyucu birtakım yaptırımların düzenlenmesidir. Bu çözüm önerisine binaen sözleşmenin fesih usulünün incelenmesinde yarar vardır.

SÖZLEŞMENİN FESHİNDE USUL

“VAHS’nin 42/2. Maddesine göre, bir uluslararası andlaşmanın tarafı, ancak o andlaşmadaki hükümler veya VAHS hükümleri doğrultusunda andlaşmayı sona erdirebilir, feshedebilir veya andlaşmadan çekilebilir. Bu hükmün amacı da bahsi geçen katı yorumlama ve itimatsızlık halleri arasında bir denge bulmaktır.” (Bilgin, sf. 209, 2014)

“Uluslararası hukukta andlaşmanın feshi, iki taraflı bir andlaşmada taraflardan birinin tek taraflı irade beyanı ile andlaşmayı ortadan kaldırması olarak tanımlanır. Buna karşın çekilme ise çok taraflı bir andlaşma için söz konusu olabilir ve taraflardan birinin o andlaşmayı sadece kendisi açısından sona erdirmesi olarak ifade edilir.” (Pazarcı, sf. 97, 2012)

“VAHS’ın 54. Maddesine göre,

‘Bir andlaşmanın sona erdirilmesi veya bir tarafın çekilmesi aşağıdaki gibi olabilir:

Andlaşma hükümlerine göre;

Herhangi bir zamanda diğer akit devletlerle istişare ettikten sonra bütün tarafların rızası ile.’

VAHS’de yer alan bu madde sona erdirme hallerini açığa kavuşturmuştur. Ancak bir de andlaşmada çekilmeye ilişkin hüküm bulunmaması hali ile karşılaşılabilir. Kural olarak, böyle bir durumda tek seçenek, diğer tüm akit devletlerin çekilmeye rıza göstermesidir. Aksi takdirde çekilme hakkı bulunmayacaktır.”[24]

İstanbul Sözleşmesi XII. Bölüm’de, sözleşmenin fesih usulleri yer almaktadır. VAHS’ın 42. Maddesi ışığında sözleşmede hüküm bulunan hallerde, sözleşmenin feshi metinde öngörülen usule tabidir. Söz konusu durumda sözleşmenin feshi usulü md.80’de belirtilen usullere tabidir.

Madde 80 – Sözleşmenin Feshi:

Taraflardan herhangi biri, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapacağı bir bildirimle, herhangi bir zaman bu sözleşmeyi feshedebilir.

Sözleşmenin feshi, konuya ilişkin bildirimin Genel Sekretere ulaştırıldığı tarihten itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci gününde yürürlüğe girecektir.

80. maddenin 1. fıkrasına göre, Türkiye Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapacağı bir bildirimle zaman fark etmeksizin sözleşmeyi feshedebilecektir. İstanbul Sözleşmesi temelinde yapılan “toplumsal cinsiyet eşitliği” tartışmaları ve sözleşmenin hukuki yaptırımları, toplum yapısını dejenere eden yansımaları ancak sözleşmenin feshi ile güvence altına alınabilecektir. Sonraki süreçte hak kaybı yaşanacağı düşünülen hususlar için iç hukukta alternatif kanun oluşturulabilmesi mümkündür. Yukarıda bahsedilen gerekçeler ışığında sözleşmenin feshinin Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki ve sosyolojik yapısı için gerekli hatta elzem olduğu hususu göz ardı edilmemelidir.

[5] Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul Sözleşmesi İzleme Platformu Tebliği, 21 Mart 2015.

[8] R. W. Cornell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, sf. 370, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016

[15] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v. (Videoda 03:38-05:15 arası)

[16] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v. (Videoda 12:00-12:45 arası)

[17] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v., (Videoda 12:50-14:27 arası)

[18] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v., (Videoda 16:00-16:20 arası)

[19] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v., (Videoda 16:30-17:35 arası)

[20] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v., (Videoda 23:00-24:41 arası)

[21] Av. Hülya Gülbahar, A.g.v., (Videoda 25:00-26:00 arası)

[22] Ayhan Kaya & Günay Göksu Özdoğan, Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar, sf. 300, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2003

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.